Bilim adamları, filozoflar ve diğer önemli düşünürler
uzun yıllardır insanlarda var olan saldırganlığın
kapasitesi üzerine tartışıyorlar. Bu konu üzerinde tartışırken kimileri
saldırganlığın doğuştan gelen, içgüdüsel
bir ayırıcı özellik olduğunu düşünüyor.
Kimileri ise saldırgan davranışların daha sonra öğrenildiği üzerinde
ısrarı devam etmektedir.
17.
yüzyıl filozoflarından Thomas Hobbes insanların yaratılışları gereği kendi
çıkarlarını korumaya çalışan canlılar olduğunu ve diğer insanlara saldırgan
davranışlar gösterseler bile kendi iyilikleri için çalışmış olacaklarını
savunuyordu. Hobbes’e göre doğa durumunda yaşanan hayat yalnız, yoksun, kötü ve
kısadır. Bu durum ise bir başkası tarafından öldürülme korkusunun neden olduğu
bir kaygı durumuna yol açmıştır. Bu sebepten dolayı insan başkalarına karşı
kendini güvende hissetmek için bir topluluğa katılır.
Bundan
bir asır sonra ise Jean-Jacques Rousseau
bu görüşlerin tam tersini savunacaktır. 1762 yılında insanların yaratılışları
gereği merhametli ve yalnız canlılar olduğunu yazacaktır. Yine Rousseau’ya göre hayvanların aksine
insanlar iç güdüleri ile hareket etmezler. İnsan kendi davranışını
şekillendirebilir. İnsanların içerisinde bulundukları toplum değiştikçe insanlarda
davranışlarını değiştirir. Dolayısıyla Rousseau,
Hobbes’un insanları tanımlarken kullandığı hayvani
özelliklerin aslında Hobbes’un çağdaşlarının yaşadığı toplum tipinden
kaynaklandığını ve bunların insan doğasına özgü olmadığını savunuyordu.
Hobbes’un bu kötümser durumun 20.
Yüzyılda, insanların Eros olarak
adlandırdığı yaşama yönelik içgüdü ve Thanatos
olarak adlandırdığı ölüme yönelik içgüdü ile doğduğu kuramını ortaya atan Sigmund Freud’un düşüncelerinde yankı
buldu. Freud ölüm içgüdüsü üstüne
şunları yazmıştır. “Ölüm içgüdüsü bütün canlılarda bulunur ve yaşamı mahvederek
özgün durumundaki cansız madde haline indirgemeye çalışır. Freud saldırgan
enerjinin bir şekilde ortaya çıkmasının gereklilik olduğuna aksi takdirde
birikip hastalığa yol açacağını düşünüyordu.
Freud’un fikirleri hidrolik kuram benzetmesiyle daha iyi bir şekilde anlaşılabilir.
Bir kapta bulunan su basıncı artarken enerji bir şekilde dışarı atılmazsa bir
tür patlama yaşanır.
Freud’a göre toplum bu içgüdülerin düzenlenmesinde ve insanların bu içgüdüleri yüceltmesinde yardımcı bir rol oynar. Yani enerjiyi kabul edebilir ya da yararlı bir davranışa dönüştürür. Örneğin Freud, sanatsal yaratının ve şehirlerin geliştirilmesini sağlayan yeni adımların arkasındaki enerjinin saldırgan enerjinin yüceltilmesi olduğuna inanıyordu.