Birinci
Dünya Savaşı konusu açıldığında yıllardan bu yana süregelen
bir analiz vardır; “Araplar Türklere ihanet etti” ya da
“Araplar Türkleri arkadan vurdu” şeklinde. Bu analizi
destekleyen ve paylaşan ciddi bir kitle mevcut. Türkiye, gözünü
ne zaman Arap coğrafyasına dikse bu analiz kulaklara üflenir.
Peki, Birinci Dünya Savaşı'ndan beri dillerden düşmeyen bu
analizin gerçeklik payı var mıydı?
Tarihi
gerçekler ve mantık kuralları çerçevesinde değerlendirdiğimizde,
bu analizin sakat bir yaklaşım olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Topyekün olarak bir ırkı, bir milleti suçlamak ve karalamak ne
tarihin ne de bilimin kabul edebileceği bir durumdur. İsyan eden ve
Osmanlı Devleti'ni arkadan vuran Arapların olduğu su götürmez bir
gerçektir. Ancak, aynı şekilde savaş sırasında Osmanlı
Devleti'nin yanında yer alan Arapların olduğu da su götürmez bir
gerçektir. Olayın her iki yönünü görebilmek için 19. yüzyıl
dünyasını bilmek gerekir.
"HİLAFET ARAPLARINDIR" PROPAGANDASI
İngilizler,
19. yüzyılda Arap coğrafyasına gözünü dikmişti. Ancak, bölge
ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti'nin egemenliğindeydi. Osmanlı
Devleti ile yerel halk arasındaki bağ da oldukça kuvvetliydi. 1516
yılından beri Osmanlı Devleti'nin bölgeye hakim olmasına rağmen Araplar arasında
önemli bir isyanın çıkmaması bunun en büyük deliliydi.
İngilizler bu durumu görmekte gecikmedi. Bu bağı ortadan
kaldırmak ümidiyle bir propagandaya giriştiler. Bu propaganda şuydu: “Hilafet Araplarındır. Osmanlı Devleti, Hilafet'i zorla
ele geçirmiştir.” İngilizler, yerel halk üzerinde etkili
olabileceğini düşündüğü ve büyük bel bağladığı bu
propagandadan umdukları etkiyi göremedi. Bu propagandanın etkisinin
sınırlı olması, savaş öncesinde, Arapların Osmanlı Devleti'ne
bağlılığını gösteren güzel bir örnekti.
İTTİHATÇILARIN POLİTİKALARI
1908
yılında “İkinci Meşrutiyet”in ilan edilmesiyle İttihat ve
Terakki Cemiyeti iktidara geldi. İttihatçılar, yönetime geldikten
sonra Arapları etkileyecek bir takım girişimlerde bulundular. “Türkçülük” fikrini benimsiyorlardı ve bu
fikirlerini zamanla fiiliyata dökmeye başladılar. Devletteki
Türklerin ağırlığını arttırdılar. Ardından Arapların Meclis'teki
mebus sayısını da azalttılar. Bir süre sonra ayaklanacak olan bazı
Araplar, bu girişimleri "bahane" edeceklerdi! İttihatçıların
aldığı en önemli karar ise, Abdülhamid'in İstanbul'a çağırarak
bölgeden uzaklaştırdığı Şerif Hüseyin'i Mekke Emiri olarak
atamasıydı. Zaman gösterecekti ki, bu atama İttihatçıların
yaptığı en büyük yanlışlardan biri olacaktı. (NOT:
İngilizlerin Kamil Paşa üzerinden bu atamanın yapılmasını
sağladıkları da bir iddia olarak söylenir.)
ABDÜLHAMİD USTALIĞINI GÖSTERMİŞTİ
Abdülhamid, çok önceki yıllarda Şerif Hüseyin'den şüphelenmişti. Şerif Hüseyin'in
İngilizlerle işbirliği içinde olduğunu görmüştü. Muhtemel bir
isyanın önüne geçmek için de Şerif Hüseyin'i İstanbul'a davet
etti. Şerif Hüseyin, 1891 yılında İstanbul'a geldi ve burada
uzun yıllar kaldı. Ayrıca, Şuray-ı Devlet üyeliği de yaparak
maaşa bağlandı. Oğulları da eğitimlerini İstanbul'da
tamamladı.
İttihatçıların
atamasıyla birlikte bölgeye giden Şerif Hüseyin'in amacı
belliydi; Osmanlı Devleti'nden ayrılmak. Bu düşüncesi
doğrultusunda “Hicaz demiryolu” projesine dahi karşı çıktı.
Bu proje, merkezle yerel idare arasındaki bağı güçlendirecekti.
Abdülhamid de zaten bu amaçla böylesi bir projeye girişmişti.
Abdülhamid'in Arapları tutma politikası gerçekten çok
yerindeydi. Bunu, ilerleyen yıllarda isyana kalkışacak olan Şerif
Hüseyin'in oğlu Kral Abdullah anılarında şöyle dile getirecekti: “Bence Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen
olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman'a yaptıklarından sonra
meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitneyle Müslümanlar
arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla
fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya
çıktı.”