Dünya üzerinde yaşayan tek akıl sahibi varlık olan biz insanlar; varoluşumuzun başından beri kendimizi merak etmişizdir. Hem kendimizi hem de çevremizi merak ederek binlerce yıldır süren bir “anlama ve öğrenme” çabası sarf etmişizdir. Bu anlama ve öğrenme çabalarının tekil olarak birey ve çoğul olarak toplum üzerine yönelmesi sonucunda ise sosyoloji bilimi ortaya çıkmıştır.
Sosyoloji bilimi, sistematik olarak ortaya çıkmadan önce birçok düşünür ve yazar tarafından elbette bireye ve topluma yönelik anlamlandırmalar yapılmıştır. Ancak bunların belli bir sisteme oturtulmamasından dolayı bir bilim sıfatı altında kabul edilmez. İlk olarak bireylerin ve toplumların sistematik incelenmesine dair uygulamalar 1700’lerin sonlarına yakın başlamış ve 1800’lerin başlarına doğru hızlanmıştır. Ancak, buradaki “hızlanmıştır” söylemimizden “yaygınlaşma” anlamını değil; farklı görüşlerin ortaya atıldığını çıkarmanız daha doğru olacaktır. Evet, peki sözü geçen tarihler arasında kabul gören gelişme neydi ve düşünürleri toplum konusunda farklı düşünmeye nasıl sevk etti? Az çok tarih okuyanlar veya merakı olanlar hemen hatırlayacaklardır: Sanayi Devrimini. 1789 yılında, Fransa’da yaşanan sanayi devriminden sonra tüm dünyada birçok ciddi değişimler meydana gelmiştir. Bu değişimlerin doğurduğu, düşünürler tarafından geleneksel yaşam biçimlerinin çözülmesi çabası ile toplumsal anlayışa yeni bir şekil kazandırılmıştır.
Bu gelişmelerden en önemlisi zannediyorum: Dünyayı anlama yolunda araç olarak din değil; bilim kullanılmaya başlanmasıdır. Bu bağlamda bir dünya öğesi olan toplumları anlamak için de bilimsel bir yöntem kullanılmaya başlanacaktır. İşte bu bilimsel yöntem “Sosyoloji” adıyla ortaya çıkmıştır.
19. yüzyıl sosyologlarından ilk kuramcıların yanıtlamaya çalıştıkları sorular şimdikilerden pek farklı değildir. Bunlar: Toplum neden şuan ki haliyle yapılaşmıştır? Eğer toplumlar değişirse neden ve nasıl değişime uğrarlar? Gibi toplumun hareketliliğini anlamaya giden sorulardır. Elbette artık çok daha karmaşık yapılara sahip toplumlar var olduğundan ve de toplum bilimi yaygınlaşarak birçok sosyolog yetiştiğinden dolayı bu genel soruların dışında da daha gündemi oluşturan toplum sorularına yönelmede mevcuttur.
Sosyoloji adına ilk kuramcılar, birer bilim adamı olmalarından daha çok tarih içinde filozof kimlikleriyle tanınmış kişilerdir. Bilim bir araç olarak pek yaygın şekilde kullanılmadığından binlerce yıldır vardığını sürdüren felsefe birey ve toplum adına düşüncelerini ortaya atmaktan da geri kalmamıştır. Elbette, toplum tek tek bireylerin oluşmasından meydana gelmiş olsa da toplumu anlamak için tek tek bireyleri incelemek yerine bireylerin oluşturduğu bir grup şeklinde bütünsel anlamda toplumu incelemek; düşünüş anlamında yıkıcı değil yapıcı ve bölücü değil bütüncü düşünce tarzıyla hareket eden felsefenin elinde daha doğru bir anlamlandırma getirecekti. Ne yazık ki, toplumlar soyut değil somut oluşlar olduğundan dolayı, incelemek adına deneysel süreçlere girilmesinden dolayı bir bilime ihtiyaç duyularak bu işin bilim adamları olan sosyologlar tarafından yapılmasının daha doğru bir yol olduğu genel kabul görmüştür.
Bahsettiğimiz gibi sosyoloji açısından ilk kuramcılar tarihte filozof kimliğiyle tanınan veya yazarlığıyla ortaya çıkan, isimlerini sık sık duyduğumuz kişilerdir. Sosyolojinin ilk kuramcılarından 4’ünü özel olarak diğer yazılarımızda anlattık. Aşağıda yazdığımız ilk kuramcıların isimleri üzerine tıklayarak kendileri hakkında olan yazılara ulaşabilirsiniz: